Rahman'ın adıyla
Yaklaşık 25 yıldır yayınladığımız kitabları genel olarak tekrar ele alma ve tashih etme fırsatı bulamadığımız gibi böyle bir ihtiyaç da hissetmedik. Gerçi ilk kitablarda gençliğin verdiği aşırı heyecan kısmi bir şekilde uslubumuza yansısa da, tevhidi istikamet ve ilkeler açısından bir yanılgı görmediğimizden aynı şekilde kalmasını uygun gördük. Birkaç kitabın ilk baskılarından sonra yaptığım kısmi değişiklikler ise yazılanlarla değil benim durumumla ilgiliydi. Çünkü ilk dönemlerde nefes nefese yaşayarak kaleme aldığım bazı güzel duyguların, ilerleyen yıllarda bende olan karşılığını ne yazık ki kaybettiğimi hissettim. Kaybettiğim bir duyguyu hala bende yaşıyormuş gibi yayınlamaya devam etmek ise sizi değil kendimi aldatmak olurdu. Bu duruma üzülüp-üzülmediğimi sorarsanız, üzüldüğümü söyleyemem. Çünkü o sıradışı duygulara layık bir insan olsaydım zaten o duyguları hakkıyle yaşar ve kaybetmezdim.
Bütün kitablarımızda öncelediğimiz hedef,
Allah adına gündeme getirdiğimiz davetin, Allah'ın beyan ettiği hükümler ışığında anlam ve açıklık kazanmasıydı. Çalışmalarımızda Kur'an-ı Kerim'i esas almamızdan kaynaklansa gerek Firavunun cesedinin bulunduğu gibi genelde kabul gören haberlere veya meal hatalarına dayalı kısmi yanlışlarımız dışında Rabbimize hamdolsun ki şimdiye kadar tashih gerektirecek Kurani bir ikazla karşılaşmadık. Şimdiye kadar böyle bir ikazla karşılaşmamamız, elbetteki bir yanlışımızın olmadığı-olamayacağı anlamına gelmez. Herhangi bir kitabımızda ayetlerle çelişen bir yanlışımız varsa ve bu bize bildirilirse, bizi ikaz eden kardeşimize dua ederek hemen gereken tashihi yapar ve biraz önceki hamdımızı ikiye katlarız.
Uzun yıllar önce yayınlamış olduğumuz bütün kitapların ilk gün tazeliği ile güncelliğini koruyor olması, Allah'a hamdolsun ki bütün kitablarda önemle ve öncelikle evrensel olan Kur'an-ı Kerim'in esas alınmasından kaynaklanmaktadır. Kitablar bölümünde her kitaba ayrı yer vererek, bu kitablardaki önemli gerçekleri tekrar değerlendirmek, müslümanlarla paylaşmak ve yazılanlarla ilgili muhtemel soruları bizlere yöneltmek isteyen kardeşlerimize böyle bir imkan sağlamış oluyoruz. Şimdiye kadar bizlere devamlı gönderilen ve ayrı ayrı cevaplamaya fırsat bulamadığımız önemli soruları, inşaallah bu bölümde cevaplama imkanı bulmuş olacağız.
Allah'a emanet olunuz..
Fatiha suresinde Allah’ı Rahman ve Rahim olarak bilen, Din gününe iman eden, yalnız O’na kulluk eden ve yalnız O’ndan yardım dileyen bu müslümanlar zaten dosdoğru bir yoldadır. Rabbimiz dosdoğru bir yolda olan bu müslümanlara ’’Bizi dosdoğru yola ilet’’ duasını tavsiye etmesinin gereği ve hikmeti ise bizlere doğru yolun ve müslümanlığın bir süreç olduğunu beyan etmesi içindir. Doğru yol ve müslümanlık, bizler için son nefesimize kadar devam edecek ve devam etmesi gereken bir süreçtir. Bu sürecin Allah’a ve ahiret gününe imanla başlayan ilk aşamasından, tağutu inkar etmekle devam eden ve alemlerin Rabbi olan Allah’ı hayatın en küçük detayında dahi birleyen noktalarına kadar uzanan ve ’’Ya Rabbi bilerek şirk koşmaktan Sana sığınırım, bilmediklerimi bağışla’’ buyuran Resulullah (s.a.v.)’in bile güç yetiremeyeceği üst aşamaları vardır.
Bizler bu sürecin içinde yaşıyor ve son nefesimize kadar tekrar edeceğimiz ’’Bizi dosdoğru yola ilet’’ duasıyla her gün yeni bir üst aşamaya gelme gayretinde bulunuyoruz. İşte bizler bu aşamaları yaşarken dikkat etmemiz gereken husus, doğru yolun ilk aşamaları yaşayan kardeşlerimizin müslümanlığını, bulunduğumuz aşamaya göre tanımlamamak ve bulunduğumuz aşamaya göre yargılamamaktır. Soruyoruz sizlere Resulullah (s.a.v.) kendi müslümanlığına göre bizim müslümanlığımızı tanımlayıp-yargılasaydı, aramızda kaç kişi ayakta kalabilirdi?
Kur’an-ı Kerim’i okurken ve dinlerken, nasıl bir Kitab’ı okuduğumuzu ve dinlediğimizi bilmemiz gerekir. Kur’an-ı Kerim herkese, her kesime hitab eden açık ve anlaşılır bir Kitab’dır. İnsanların akıl, kültür, tahsil ve anlayış farklılıkları dikkate alınarak farklı biçim-anlatım veya versiyonlarda değişik kitablar halinde inmemiştir. Kur’an-ı Kerim tek bir Kitab’dır ve kültür veya anlayış farklılıkları ne olursa olsun herkese hitab etmekte ve her kesim için açık-anlaşılır bir davette bulunmaktadır. Ayetlerin hiç tahsili olmayan kimseler için bile açık ve anlaşılır olması, ilimde kendilerince yüksek noktalara gelmiş olan kimselerin bu ayetlerden daha fazla faydalanamayacakları anlamına gelmez. Sureleri veya ayetleri anlam içerikli fotoğraflara benzetirsek, bu fotoğraflara kendi bulundukları yerden bakan kimseler dahi genel ve önemli gerçekleri farkedebilirler. Ancak bu surelere ve ayetlere -Kelam Sahibine tevekkül duygusuyla- yaklaşıldıkça ve Kur’an-ı Kerim’in bütününe bağlı tefekkür faaliyetleriyle ayetlerle ilgili fotoğraflar büyütüldükçe (bir önceki gerçeği tekzip etmeyen fakat anlam ve içeriğini zenginleştiren) yeni yeni gerçeklerle karşılaşılmaktadır. Sure ve ayetlerle ilgili bu fotoğraflar doğru bir istikametteki düşünsel çalışmalarla ne kadar büyütülürse büyütülsün pixel değerleri sonsuza doğru gittiğinden (beşeri fotoğraflarda son durak olan pixellerle-donuk renk kareleriyle değil) daha derin gerçeklerle karşılaşılmakta ve hangi anlayış seviyesine yükselinirse yükselinsin, İlahi kelamın bu yüceliğini görüp-bilenler için hiçbir zaman ’’Artık tamam. Bu sure ve ayetler hakkıyle görülmüştür, görülecek başka bir şey kalmamıştır’’ aşamasına gelinememektedir.
Sanal gündemleri devamlı konuşan ve konuşmaktan bıkmayan günümüz müslümanlarının, ciddi bir şekilde Kur’an-ı Kerim’e yönelmeleri ve ’’Günümüz dünyasında nasıl bir kimlikle, ne yapmamız gerekir?’’ sorusunun cevabını aramaları gerekir. Gerçi bazı kardeşlerimize göre bu geçmişte cevaplanmış, gereği yapılmış ve problem olarak ortadan kalktığı için gündemden düşmüş bir sorudur. Çünkü kendilerini örnek müslümanlarla değil müslüman olduklarını söylemelerine rağmen namaz kılmayan ve aleni sapıklıklara yönelen kimselerle mukayese eden bu kardeşlerimiz, böyle bir batıl mukayese ile muttaki olduklarını zannetmekte ve kimlikle ilgili bir problemleri olmadığı sonucuna varmaktadırlar. Oysa kendimizi Kur’an-ı Kerim’de tanımlanan gerçek müslümanlarla mukayese ettiğimiz zaman ne olup-ne olmadığımız açıklık kazanmakta ve yaşadığımız bazı güncel sorunların önemli kimlik zafiyetlerinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
’’Günümüz dünyasında nasıl bir kimlikle, ne yapmamız gerekir?’’ sorusunun doğru cevabını arayan dünya müslümanlarının,Kur’an-ı Kerim’in lekesiz ve aydınlık aynasında kendilerine bakarak hem kendi konumlarını doğru tesbit etmeleri ve hem de içinde yaşadıkları dünyayı doğru görüp-doğru tanımaları gerekir. Çünkü yirmibirinci yüzyılın dünyası artık eski dünya olmadığı gibi, günümüz müstekbirleri de eski müstekbirler değildir. Kur’an-ı Kerim’de açıkça gördüğümüz gibi geçmiş dönemlerdeki Nemrud veya Firavun gibi müstekbirlerin zulmü sadece kendi coğrafyalarında varlığını sürdürürken, günümüz müstekbirleri bu coğrafi sınırları ortadan kaldırmış ve küreselleşen emperyalizmin kara gölgesi bütün bir dünyayı kaplamıştır.
2012 derken, hepinizin aklına son zamanlarda bütün dünyanın konuştuğu 2012 kehanetinin geldiğiniz biliyoruz. Kur’an’ı önceleyen müslümanlar olarak, elbetteki kehanetleri ciddiye almamız ve bu kehanetlere dayalı yorumlarda bulunmamız mümkün değildir. Ancak dünya insanlarının kehanet dediği bazı haberler, Kur’an-ı Kerim’in işaret ettiği önemli ayetler ise meseleye yaklaşmamız değişmekte ve ayetleri kehanetlere göre değil, kehanet denilen haberleri, ayetlere göre değerlendirme durumuna gelmekteyiz. Maya yazıtlarında 2012 haberiyle ilgili olarak gökten metal bir aygıt içinde gelen kutsal bir kişiden bahsedilmekte ve bu kutsal kişi 2012 yılında tekrar döneceğini, dünyanın kıyamet öncesi son çağa gireceğini, denizlerin yükselip, Amerika sahilindeki bazı kıyı şehirlerinin sular altında kalacağını bildirmektedir. Peki bir kişinin bunu bilmesi ve binlerce yıl önce bildirmesi mümkün müdür? İşte bu önemli soru ile Kur’an-ı Kerim’e yöneldiğimiz zaman, yüce Kitab’ta bu özelliklere sahip ve bu haberi verebilecek bir kişinin, tek bir kişinin olduğunu görüyor ve bu kutsal kişinin kim olduğunu anladıkça ’’Bu yazıtlar doğru ise verilen haberler bir kehanet değil, apaçık bir ayettir’’ diyoruz. Ayrıca şunu da belirtmek isteriz ki, 2012 haberinin içeriği ne olursa olsun,önümüzdeki yıllar, dünyanın son çağa girdiği yıllar olacaktır.Bunun kehanetlere değil ayetlere göre en önemli işaretlerinden birisi,henüz tecelli etmeyen iki deniz arası mucizesidir.Kızıldeniz’i yaran ve yarılan bu iki denizi birbirine saldıktan sonra arasına bir perde koyarak birleştirmeyen Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de önemle zikrettiği bu mucizesi ile bütün dünya insanlarına ’’Dörtbin yıl önce ikiye yardığım deniz hala birleşmedi, hala yarık. Çünkü değişmeyen sünnetim hala devam ettiği gibi, Firavun’un yolunu izleyen müstekbirlerle de hesabım henüz bitmedi, bu iş henüz kapanmadı’’ demektedir. İşte Kur’an-ı Kerim’de bunu gördüğümüz ve Sünnetullah’la ilgili bütün ayetlerde bu hitabı duyduğumuz için, siz kardeşlerimizin de bunu görmesini ve bu İlahi hitabı duymasını istedik. Çünkü dünyanın konuştuğu 2012 haberinin ne kadar doğru olduğunu bilmesek de,doğruluğundan kuşku duymadığımız haber iki deniz arasının çok yakın zamanda bulunacağı ve bu ayetin ortaya çıkmasıyla,dünyanın son çağa gireceğidir.
Son yıllarda hızla gelişen olaylar göstermektedir ki, yaşayarak yaşlanan ve küresel ısınma ile ateşi yükselen bir hasta durumuna gelen bu dünya, her geçen gün artan bir ivme ile biyolojik sonuna yaklaşmaktadır.Bu bilimsel realitiye gören fakat kendi hallerine ve yaşantılarına hiç bakmadan dünyadaki bu olumsuz gelişmelerden kaygılanan tüm insanlara ´´dünya için üzülmenize, dünya için kaygılanmanıza hiç gerek yoktur´´ diyoruz.Gerçekten hiç üzülmeyin hiç merak etmeyin ki sizin eceliniz dünyanın eceline bağlı değildir.Çünkü dünya araç insanlar ise amaç olduğu için kalbi bir mutmainlik ile ´´bizim ecelimiz dünyanın eceline değil, dünyanın eceli bizim ecelimize bağlıdır´´diyebiliriz.Nİtekim çok yakın bir zamanda kopacak olan kıyametin asıl hedefi ve asıl nedeni dünya değil, dünya üzerindeki insanlardır. Küreselleşen emperyalizmin kuşatmasına maruz kalan ve insanlık için kara, kapkara olan bu umutsuz dönem, çok kısa zamanda bazı ayet ve alametlerin açılmıyla aydınlanmaya başlayacak ve Rabbimizin lutfuyla meydana gelecek olan bu son aydınlanmada insanlar son bir tercihle karşı karşıya geleceklerdir. Kuranı kerim insanların kaçınılmaz gündemi olacak ve kendilerine göre soyut olan ayetleri inkar edenler Rabbimizin dilemesiyle somutlaşacak olan bu ayet ve alametleri inkar edemeyeceklerdir.Sona son kalanın yaşandığı bu dönemde konuyla ilgili ayeti kerimeleri Rabbimizin lutfuyla sizler de araştırdığınız ve tefekkür ettiğiniz zaman aynı ilahi gerçekliği inşallah sizlerde görebilecek ve kıyameti apaçık bir gerçek olarak burnunuzun dibinde hissedeceksiniz.
Hepimizin bildiği gibi insanlar yeyip içtikleriyle değil, yaşadıkları ve şahit oldukları olaylarla büyüyen, gelişen canlılardır. Yetmiş yaşındaki bir insanın büyüklüğü ve olgunluğu, bu insanın yetmiş yıllık tecrübe ve birikimiyle anlam kazanan bir büyüklüktür. Kur’an-ı Kerim ise bizlere yetmiş değil, binlerce yıllık tecrübe ve tarihi birikim vererek, bizleri binlerce yıllık bir büyüklüğe ve olgunluğa davet etmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bizlere geçmiş tarihimizi kıssalar halinde anlatan şanı yüce Rabbimiz ’’Onları görmedin mi, şunları işitmedin mi?...’’ gibi İlahi hitablarla bizleri anlatılan olayların içine çekmekte ve bu olayları bizzat kendimiz yaşamışız gibi iman etmemizi istemektedir. Kur’an-ı Kerim’de zikredilen kıssalara bu İlahi murad ile yaklaşan ve anlatılan kıssaları sanki kendileri yaşamış gibi iman eden müslümanlar, hiç kuşkunuz olmasın ki binlerce yıllık tarihi bir özgeçmişe sahip olacaklar ve böylesine derin bir özgeçmişin verdiği olgunluk ile günümüze gelerek, dünyanın beklediği rahmani bir sese, rabbani bir nefes verebileceklerdir. Zaten şaşkınlık ve sapıklık içinde olan günümüz dünyası, fiziki yaşları ne olursa olsun binlerce yıllık bir özgeçmişe ve tarihi bir tecrübeye sahip böylesi gençleri bekleyen bir dünyadır. Ve bizler de bu önemli kitab çalışmamızda, dünyanın beklediği bu müslümanları muhatap almayı uygun gördük. Asırlardır bekleyen müslümanların değil, asırların beklediği müslümanları muhatap almamızın nedeni, dünyanın artık bekleyen değil, beklenen müslümanlara ihtiyacı olduğu içindir. Zaten bir mezarlığa dönen umud dünyamızda, hiç ölmeyen ve ölmeyecek olan dipdiri umudlarımız bu gençlerle, dünyanın beklediği bu genç müslümanlarla ilgili umudlarımızdır.
Öldüğünü, ölüp de bu mezara gömüldüğünü düşünürdü Divane!. Bu düşünceyle yüzünü ve gönlünü Allah’a dönerek “İşte Ya Rabbi geldim, Sana kulluk ede ede Senin yanına geldim” dedikten sonra susar, susar ve bu suskunluk içinde çığ gibi büyüyen duygularıyla “Nerede, nerede, o nerede Ya Rabbi” diye sayıklamaya başlardı. Gülbenaz’ı istiyordu Divane!. Gönlünü böylesine güzel bir Gülbenaz ile tanıştıran ve gönlüne bu Gülbenaz sevdasını veren Rahman’dan, gerçek olan bu Gülbenaz’ı istiyordu. Çünkü o olmadan yarımdı, eksikti, çok eksikti Divane!. Gülbenaz olmadan yarım kalmış bir söz, bebeksiz bir göz gibi hissediyordu kendisini. Ve onunla, ancak onunla tamamlanacağını, onunla eksiksiz bir bütün olacağını umuyordu.Onun Gülbenaz’ı, deliler gibi Gülbenaz’ı istemesindeki neden, yarım bir insan olan Divane’nin tamamlanması ve bu tamlık içinde Allah’a yönelmesi içindi. Havva validemizi Adem (a.s.)’dan yaratan Allah (c.c.), sanki Gülbenaz’ı da Divane’den, Divane’nin soyut olan istek ve özlemlerinden yaratmıştı. Soyut olan istek ve özlemlerinin, yıllar önce kendi dışındaki bir kızda, bir canlıda somutlaşmaya başladığını farkeden Divane, bunu farkettikten sonra çatır çatır bölündüğünü, bunu farkettikten sonra bir elma misali ikiye ayrıldığını hissetmişti. Çünkü karşısında gördüğü şey bir başkası değil kendisiydi, kendisinin bir parçası yani diğer yarısıydı!. Ve bu bölünmüşlüğü yaşayan Divane, Rahman olan Allah’tan diğer parçasını, diğer yarısını istiyordu. Rahman olan Allah’ı herşey ile hoşnut ederse, Rahman olan Allah’ın kendisini bu tek şeyle hoşnut edeceğini umud ediyordu. Allah ona Gülbenaz’ı verecek ve “Nefislerin birleştirileceği gün” Gülbenaz ile birleşerek, Allah’ın huzuruna böylesi bir birlik, böylesi bir bütünlük içinde çıkacaktı.
Nusret hoca hiç cevap vermeden yerinden kalktı. Salonun kenarındaki döner merdivenlerden çıkarak yatak odasının önüne geldiler. Kapının önündeki kilitli demir parmaklık, sanki yeni yapılmış gibiydi. Önce demir parmaklığı ve daha sonra kapıyı açarak içeri girdiler. Odada tek kişilik bir yatak, küçük bir buzdolabı ve mukavva kutu içinde bisküvi, sandviç ekmeği gibi hazır yiyecekler vardı. Oğluyla beraber dışarıya çıkan Murat bey, odanın kapısını kapatmaya gerek duymadan demir parmaklığı kapatarak kilitledikten sonra ’’Odanın penceresi yok. Bu kapıyı istersen açık tutabilirsin’’ dedi. Hiçbir cevap vermeden ayağa kalkan Nusret hoca, demir parmaklıkların arkasından baba ile oğulun merdivenlerden aşağıya inişini seyretti. Sonra kapıya yaklaşarak sağ eliyle demir parmaklığa dokundu. İçini hafifçe ürperten demirin soğukluğu, Nusret hocaya ne durumda olduğunu açıkça hissettiriyordu. Murat bey kendisini misafir edeceklerinden söz etmesine rağmen bir misafir değil, adeta bir tutsak, akibeti meçhul bir tutsak olduğunu anlamıştı.
Cimri olduklarını kabul etmeyerek sadece tutumlu olduklarını söyleyen bu gibi insanlar; altınları üst üste yığarken genellikle hiçbir şey harcamadıklarını düşünürlerdi!. Oysa herşeyi biriktiren bu cimriler, çılgınca bir müsriflikle her şeyden çok daha değerli olan hayatlarını, ömürlerini harcıyorlardı.. ’’Ahh baba, ahh babacğım!.’’ dedi içinden. Malına mal, parasına para katmak için ömrü boyunca oradan oraya koşuşturan babası, gerçekten acınacak bir hayat yaşamıştı!. Bir insan böyle bir hayatı kendi dışındaki bir kişinin emirleri doğrultusunda yaşasa, kendisini böylesine acımasız bir şekilde kullanan o kişi hakkında ’’Gerçekten çok zalim, çok merhametsiz bir insan’’ diyerek, o kişinin çok acımasız bir firavun olduğunu iddia ederdi. Ancak hırs ve tamah sahibi bu firavun, insanın dışında değil de içinde olduğu zaman, kendi kendilerini birer köle durumuna getiren insanlar, içlerinde yaşattıkları bu firavunu pek farkedemiyorlar, içlerindeki bu firavuna pek kızamıyorlardı!. Çünkü kendilerini acınası birer köle durumuna getiren bu firavun, kendilerinden başkası değildi.
Durmuyordu, durmak bir yana, git gide şiddetleniyordu bu sarsıntılar!. Sarsıntıyla kolkola gelen müthiş uğultu ise sarsıntıdan daha fazla bir korku, daha fazla bir dehşet veriyordu insanın içine!. Bu bir ses miydi, yoksa yıllarca birikerek büyüyen öfke ve kızgınlık dolu bir homurtu mu pek anlaşılmıyordu!. Ne yapacağını şaşırdı Hakan!. Duyduğu dehşetten nefes almayı unutmuş gibiydi!. ’’Aman ya Rabbi ne kadar uzun, ne kadar da uzun sürüyor’’ dedi içinden!. Küçücük bir zaman dilimi olan saniyeler, küçücük içlerini deprem gerçeğiyle doldurarak bir saat, bir gün, bir hafta gibi genişliyorlardı sanki!. Mahzene doğru hızla inerlerken arkalarına hiç bakmıyorlar, arkalarına hiç bakmak istemiyorlardı artık!. Çünkü git gide artan müthiş bir çatırtı sesi kendilerine yaklaşıyor, kendilerini takib ediyor gibiydi!. Sanki arkalarından moloz, yüreklere dehşet veren bir gürültüyle kamyonlarca moloz dökülüyordu!. Fakat canlıydı, canlanmış bir canavar gibiydi bu molozlor!. Uzun yıllardır insanların isyanını sessiz bir öfke ile seyreden tavanlar, insanların küfrünü büyük bir sabırla dinleyen duvarlar, deprem ile canlanarak bu yılların hesabını sormak istiyorlardı!.
Cebel i Rahme’ye, küçücük bir tepeye benzeyen bu koskoca rahmet dağına çıkmaya başlıyorsunuz. Nereye kadar çıkabilmeniz mümkün ise oraya kadar çıkıyor ve yüzünüzü Beytullah’a, gönlünüzü Allah’a yönelterek vakfeye duruyorsunuz. Dünyadaki en yüksek dağın, en yüksek zirvesindesiniz sanki!. Yerlerin ve göklerin Rabbi olan Allah (c.c.)’ı düşündükçe, ayaklarınız altındaki dünyanın küçüldüğünü, küçülüverdiğini hissediyorsunuz. Bütün kalabalıklar kayboluyor!. Dünyada yalnız siz, Arafat’ta yalnız siz, Cebel i Rahme’de yalnız siz varsınız!. Hiç kıpırdamadan ufka bakan gözleriniz, Rahman’ı gören bir rahmet sevdalısı gibi aydınlanıyor. Oysa Rahman’ı görmenin değil, Rahman tarafından görülmenin sevinci bu!. Rahmet kapısını açan Rahman, öylece size bakmaktadır. Ağlıyor musunuz yoksa içinizdeki herşey gözlerinizden dışarı mı akıyor bilmiyorsunuz!. Vakfeye durduğunuz yerde size bakan, sizi seyreden Rabbinize, harf ve kelimelerin kullanılmadığı bir anlatımla konuşmaya başlıyorsunuz, ’’Ben geldim, ben geldim Ya Rabbi!.’’
Kendilerini İslam’a nisbet eden insanların şaşkınlığı ve tevhidi kavrayan müslümanların dağınıklığı dikkate alındığı zaman,bu insanları kolay bir yoldan vahdete çağırmanın ne kadar boş ve anlamsız bir çağrı olacağı olacağı görülebilecektir. Ne var ki hazin bir iman erezyonu yaşayan genel düzlemdeki müslümanlar için şimdilik fantazi olan vahdet konusu,ciddi ve kalıcı çalışmalarda bulunan samimi kardeşlerimiz için bir çok güncel meseleyi de içine alan önemli bir konudur. Çünkü yaşadığımız coğrafyada Allah’ın dini adına yürütülen bir çok çalışmada,ortak bir kıble ve istikamet sorunu vardır. Bu çalışmaları yürüten müslümanlarda ortak bir kimlik sorunu vardır. Toplumla ve insanlarla olan ilişkilerde ortak bir tavır ve ortak bir davet sorunu vardır.Bütün bu sorunlar ise İslam’ın yarınları ve aydınlık geleceği dikkate alınarak vahdet çerçevesinde çözümlenmesi gereken sorunlardır. İşte meselenin bu yönünü önemsedik ve meseleye bu önemli boyutundan yaklaşarak çalışmalarımızı sürdürmeyi tercih ettik.Dolayısıyle bu kitab çalışması günümüz müslümanlarına yönelik bir vahdet çağrısı değil,bazı güncel sorunlarımızı ortak bir istikamette çözümleyerek vahdet zeminini oluşturmaya yönelik özel bir davettir. Umud ediyoruz ki önemli olan güncel sorunlarını vahdetin ışığında çözümleyen müslümanlar,vahdete engel kimliklerden ve böylesi kimliklerin vebalinden kurtularak vahdete yönelen,vahdete yaklaşan müslümanlar olacaktır.
Kur’an’a ve Kur’an öğretisine göre ne yapmalı? İşte bu genel soru ile Kur’an-ı Kerim’e yöneldiğimiz zaman, bu Yüce Kitap önce soruya açıklık getirmek istiyordu. Çünkü “Ne yapmalı?” sorusunu düşündüğümüz zaman bu soruda üç ayrı öğe vardı. Birincisi “Ne yapmalı?” sorusunu soran kişi, ikincisi yapılacak iş, üçüncüsü ise bu işin kime karşı yapılacağı idi. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim ikinci öğeye cevap vermeden üçüncü öğeye açıklık getirmek istiyor ve “Ne yapmalı?” sorusunu soran bizlere “Kime ya da neye karşı?” sorusunu yöneltiyordu. Sorulması ve açıklık getirilmesi gereken bu soruya, hiç kuşkusuz ki bizlerin verebileceği birçok cevaplar vardır. Ancak Kur’an-ı Kerim’in cevap vereceği bir konuda susmamızın hayır olacağını bilerek, bu sorunun cevabını da Kur’an’a bırakıyoruz. Nitekim bizler için bir hidayet rehberi olan Kur’an-ı Kerim’in “Kime ya da neye karşı?” sorusuna verdiği cevaplar, on dört ayrı genel başlıkta ifade edebileceğimiz cevaplar olmaktadır. Bu genel başlıkları ise şöyle sıralayabiliriz. 1. Allah’a karşı 2. Peygamberlere karşı 3. İlahi Kitap’lara karşı 4. Müslümanlara karşı 5. Şeytana karşı 6. Nefse karşı 7. Aile ve akrabaya karşı 8. İnsanlara karşı 9. Kafir ve müstekbirlere karşı 10. Ehl-i Kitap’a karşı 11. Fasık ve münafıklara karşı 12. Dünya ve ahirete karşı 13. Dine karşı 14. Amellere karşı Bu on dört genel başlık ile “Ne yapmalı?” sorumuz aydınlanmakta ve bu soruyu kime ya da neye karşı sorduğumuz açıklık kazanmaktadır.
Sonra, sonra engin bir sessizlik!. Yerdeki cesedinize bakıyorsunuz!. Daha önceleri ’’Benim elim, benim ayağım, benim başım..’’ diyerek kendinizle özdeşleştirdiğiniz bu et yığınının sizden ayrı, sizden farklı bir şey olduğunu yeni farkediyorsunuz!. Size emanet olarak verilen bu cesedin Yaratıcısı geliyor aklınıza!. ’’Allaaah’’ diyorsunuz dehşetle!. ’’Dünya hayatında ne yapmam gerekirdi ve ben ne yaptım?’’ sorusu, ateşten bir göktaşı gibi düşüyor üzerinize!. Eziliveriyorsunuz!. Kalkamıyorsunuz, çırpınamıyorsunuz, kımıldıyamıyorsunuz bu sorunun altında!. Oysa cevabını bildiğiniz bir sorudur bu!. Fakat yine de susmayı tercih ediyorsunuz!. Çünkü dilinizin ucuna gelen cevap, dilinizi bile utandıran bir cevaptır! Panik içindesiniz!. Bütün bunlardan kaçmanız, bütün bunlardan kaçabilmeniz, kendinizden kaçmanıza, kendinizden kaçabilmenize bağlı!. Fakat ne mümkün!. Size sizden uzak, size O’ndan yakın hiçbir şey yoktur etrafınızda!.
’’Bizler de müslümanız!.’’ demelerine rağmen Allah’ın hükmünü görmemezlikten, ilahi kelamı duymamazlıktan gelen bu beyler, kendilerine müdahale eden, kendilerini hakka ve kulluğa davet eden, daha açık, çok daha açık bir ifadeyle ’’Konuşan bir Allah’’ istemiyorlar!. Kendilerine aydın, düşünür, yönetici denilen bu beyler, ’’Görmedim, duymadım, söylemedim’’ diyen üç maymun heykelinde ifade edildiği gibi kendilerini görmeyen, kendilerini işitmeyen ve kendilerine konuşmayan bir tanrı, yani bir put istemektedirler!. Var dedikleri Allah susacak, Allah’ın yerine bunlar konuşacak!. Neyin iyi, neyin kötü olduğuna bu beyler karar verecek!. Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) yarattığı ve sayısız nimetlerle yaşattığı insanları, bu beylerin emrine vererek ’’Alın bu insanları, istediğiniz gibi yönetin, istediğiniz gibi sömürün’’ diyecek!. Bunlar Allah’ın kullarına zulmedecekler, istedikleri haltı, istedikleri tabaktan, istedikleri kaşıkla yiyecekler fakat Allah bunlara hiç karışmayacak!. ’’Yediğiniz halt, çıkardığınız kanunlara uygunsa, ne mutlu size!.’’ diyecek. Çünkü bunlar, islam dinine bir putperest mantığı ile yaklaşan bu beyler, böyle istiyorlar!.
Bu yamaç öylesine yüksek, öylesine heybetliydi ki, dünyanın ucu, en uç noktası olarak geliyordu gözüne!. Okul ve gençlik yıllarında dünyanın en yüksek dağı olarak Everest’in öğretilmesi de, onun bu yamaca olan bakışını hiç ama hiç değiştirmemişti. Everest ne kadar yüksek olursa olsun, bir Everesti milyarlarca insanla birlikte paylaşacak birisi değildi. Hem Everesti bütün insanlarla paylaştığı zaman, kendi hissesine kaç santim düşerdi ki!. Oysa insanların geneliyle bir dağa sahip olmaktansa, tek başına bir tepeye sahip olmak çok daha önemli, çok daha anlamlıydı onun için!. Evet, onun Everesti bu yamaç idi!. Yıllar geçerek kendisi büyümüş, fakat iç dünyasındaki bu görkemli yamaç, hiç mi hiç küçülmemişti!. Ve şimdi o, dünyanın bu ucuna, dünyadan ayrılmak için gelmişti!. Nitekim dudaklarından gayriihtiyari dökülen sözler, bu bilincin, bu isteğin, bu sevginin bir ifadesiydi., ’’Veda yamacı!. Merhaba!.’’
Böylesi hadiselerden, böylesi insanlardan uzaklaşarak sadece toprak ve hayvanlarla uğraşmak gayesiyle köyde yaptırdığım eve taşınmıştım. Benim için yeterince geniş olan bu evde biraz rahatlayacağımı, üst kattaki çalışma odamda kendimle başbaşa kalacağımı umuyordum. Fakat olmadı!. Karşı dağlara baktığım zaman dağları değil, dağların arkasındaki şehirleri ve bu şehirlerdeki insanları görüyordum yine!. Susmayı seven ve susma orucuna niyetlenen ben, kalabalıklar arasında sıkışmış bir insan gibi inlemeye ve bu inleyişleri birer fısıltı halinde cümlelere döndürmeye başlıyordum!. Bahçemdeki hayvanlara bakıyor ve onlar gibi gamsız, onlar gibi tasasız olmak istediğim zamanlar, bütün hayvanların bana baktıklarını ve ağızlarını açarak ’’Ama sen hayvan değilsin ki!?’’ dediklerini duyuyordum. Hayvanlar doğru söylüyordu!. Yaratılış gayelerini hakkıyle yerine getiren bu tertemiz hayvanlar, bana bir insan olduğumu hatırlatıyorlar ve kendilerini örnek alarak benim de yaratılış gayemi yerine getirmemi istiyorlardı!. Bana bu muhteşem nasihatı herhangi bir hoca, herhangi bir alim yapsa, sanırım bu kadar etkili olmazdı. Bunun anlamlı nedenini,aynı nedenle yazdığım bu kitab çalışmasının içinde ve özellikle sonuç bölümünde daha iyi anlayacaksınız.
Kimlik tercihi, alemlerin Rabbi olan Allah’ın tüm insanlara verdiği bir tercih hakkıdır. İslam ve İslam’a talip olan müslümanlar da, Allah’ın insanlara verdiği bu hakkı insanlardan almamışlar, insanları kimlik tercihi konusunda muhayyer bırakmışlardır. Nitekim İslam’ın hakim olduğu dönemlerde kimlik dayatmasıyla karşı karşıya kalmayan, Allah’ın tüm insanlara verdiği temel insani haklara sahip olan insanlar, farklı din, dil ve ırklara sahip olsalar da, toplumsal barış içinde yaşamışlardır. Bu sosyal ve tarihi gerçekliğe rağmen, toplumsal barış adına, islam ile demokrasiyi, müslümanlık ile laikliği özdeşleştirmeye çalışanlar, bu ülkede yaşayan insanları laiklik ve demokratlık dayatmasıyla karşı karşıya getirenler açık bir yanlış ve yanılgı içindedirler. Öncelikle ve önemle şu gerçeği belirtmek isteriz ki, toplumsal barış, ideolojik düzlemde ve ideolojik kimliklerle gerçekleşmez!. Toplumsal barış, ideolojik değil, insani düzlemde sağlanacak, sağlanabilecek bir barıştır. Nitekim tüm müslümanların değişik dünya görüşlerini sahiplenen insanlarla olan diyalogları, ideolojik birlikteliği şart koşmayan insani düzlemdeki diyaloglardır. İslam’ın ve İslam’a teslim olan müslümanların insana verdiği değeri, diğer ideolojiler de verdiği zaman, hiç kuşkunuz olmasın ki insani düzlemde yeterli barış sağlanacaktır.
Şahsım adına ifade etmem gerekirse, kıssada zikredilen bu üç olay beni hiç şaşırtmıyor. Hem neden şaşırayım ki? Çünkü bu kıssayı okuduktan ve bu kıssayı anladıktan sonra, kıssada zikredilen olayların fevkindeki olaylarla karşılaştım. Mesela sizlere çok sevdiğim gerçek bir dostumdan ve bu dostumun bazı yaptıklarından söz edeyim. Çok zengin olan bu dostum, müslümanları sevmesine ve çok zengin olmasına rağmen, birçok müslümanın elinden malını mülkünü almış ve bunun da ötesinde birçok İslam düşmanını mal, mülk sahibi yapmıştı!. Kendimi bildim bileli beni birçok facialardan kurtaran bu merhametli dostum, babamın söylediğine göre ben doğmadan önce iki yaşındaki abimi öldürmüş ve hiç tutuklanmamıştı!. Çok merhametli, gerçekten çok merhametli olan bu dostum, Halepçe faciasında Saddam Hüseyin’in yakınında bulunmasına, Saddam’ı bu vahşetten engelleyecek ve gerekirse Saddam’ı öldürecek bir güce sahip olmasına rağmen, ne bu faciayı önlemiş ve ne de Saddam’ı öldürmüştü!. Biliyorum merak ettiniz bu dostumu ve bu merakla ismini öğrenmek istiyorsunuz. Bu sevgili dostumun ismini söylememde, dostum açısından bir sakınca olsaydı, bu ismi tabi ki açıklamazdım. Ancak böyle bir durum söz konusu değil. Bu sevgili dostumun adı,
Herhangi bir putun değeri, o puta yönelik sevgi ve güvenin varlığıyla anlam kazanan bir değerdir. Herhangi bir puta karşı inanç ve güven oldukça zedelenmişse, insanların bu puta karşı sevgi ve bağlılıkları zayıflamışsa, itikadi güvenilirliğini yitiren bu putta ısrar etmeye, defalarca restore edilen bu putu yeniden restore etmeye hiç gerek yoktur. Çünkü eskimiş ve yıpranmış bir puttur bu!. Burada önemli olan, şöyle veya böyle kırılmaya mahkum olan putun, hak adına değil, başka bir batıl, başka bir put adına kırılmasıdır!. şayet bu gerçekleştirilirse, hem hak adına yapılan çalışmaların meyvesi batıl adına devşirilmiş olacak, hem de eski puta karş› halkta oluşan nefret, bu putu kıran yeni puta karşı muhabbete dönüşecektir!. İşte böylesi şeytani hesaplara, müslüman aydın denilen bazı kimselerin aldanmaması gerekirdi. Çünkü Kur’an-ı Kerim tüm müslümanları böylesi şeytani hesaplardan ve şeytani senaryolardan sakındıran ilahi bir kaynaktı. Fakat ne yaz›k ki, ilahi kaynaktan Mahir Kaynağa yönelen, putperestlerin putkırmalarına aldanarak onları kendilerine yakın ve dost zanneden bazı şaşkınlar, eskimiş putları yıkmak adına yeni putların meşrulaşmasına yardımcı oluyorlardı!. Ve acilen gerekli olan yeni putlar, kendilerine İbrahim denilen eski müslümanların baltalarıyla yontuluyordu!
Devletin resmi görevlisi olan vaiz, camiye gitmek üzere yavaş yavaş yola koyuldu. Diyanet teşkilatından bu haftaki vaaz konusu gönderilmediği için Allah’a şükretti. Çünkü geçen hafta cum’a vaazıyla ilgili olarak gönderilen tebliğe göre ’’Laikliğin dinsizlik olmadığı’’ anlatılacaktı!. Fakat bunun nasıl anlatılacağı, daha doğrusu bu işin nasıl becerileceği hiç belirtilmemişti!. Oysa bu dinin peygamberi, aynı zamanda devlet başkanıydı. Bu dinin asli kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’de, devlet yönetimiyle ilgili birçok hükümler vard›. Böyle bir durumda peygamberi ve Kur’an-ı Kerim’i devletten nasıl ayıracak ve cemaatin gözüne baka baka ’’Allah (c.c.) bir devletin hangi hükümlerle idare edildiğine hiç karışmaz!.’’ ifadesini nasıl söyleyecekti? Vaazdan önceki iki-üç gün hep bunu düşündü!. Bu konuda Baba’nın ve bazı politikacıların söylediklerini tekrarlamaktan başka çare yoktu. Bu meseleyi en güzel onlar kıvırıyor, en saçma yorumu, en büyük bir ciddiyetle onlar söylüyorlardı. Nitekim geçen haftaki cuma hutbesine bu düflüncelerle çıkmış, Allah affetsin(!), laikliğin dinsizlik olmadığını adeta bir politikacı gibi anlatmıştı. Fakat ’’Benim işçim, benim köylüm..’’ diyen Baba’nın uslubundan etkilenerek, vaazında ’’Benim müslümanım, benim kullarım..’’ demesi, cemaatteki birkaç kişinin nedense sinirlenmesine yol açmıştı!.
Bir kadın olarak kendinizin nasıl görülmesini, kimlik ve kişiliğiinizin nasıl tanımlanmasını istersiniz? Kılık ve kıyafetiyle bedenini teşhir eden, karşı tarafın dikkatini bacaklarına ve göğüslerine çeken bir kadın, kendisini doğru bir tanımlama şekline mi yönelmiştir? İnsanın kimlik ve kişiliğine değer katan unsurlar, bacaklar ve göğüsler midir? Kendisini etiyle, butuyla tanımlamak isteyen kadınlar, kimlik ve kişilik yoksunu birer zavallı değil midir? Oysa yegane hak din olan İslam, sizleri böyle görmüyor, böyle görmek istemiyor. Sizleri vücudunuza veya makyajınıza göre değil, sahip olduğunuz insani değerlere göre tanımlıyor. Sizleri doğruya, güzele ve onurlu bir kimliğe davet eden İslam, insani ve ahlaki değerlere sahip çıkmanızı, bu değerler istikametinde yarışmanızı, kimlik ve kişiliğinizi bu değerlerle oluşturmanızı istiyor. Evet sizlere, asil ve onurlu bir kimlik kazanmak isteyen tüm kadınlara soruyoruz, lütfen, lütfen cevap veriniz., Sizleri, postu yüzülmüş koyunlar gibi görmek isteyen namussuzlar mı doğru söylüyor? Yoksa İslam mı?
Sağlıklı düşünmek,herhangi bir olguya olumlu veya olumsuz manalar yüklemeye çalışmak değil, o olgunun gerçeğini, gerçek manasını kavramaya çalışmaktır. Çünkü tüm hayatımız boyunca karşılaştığımız ve değerlendireceğimiz bütün şeyler, bizlerin vereceği anlamlarla değil, varoluşları itibariyle kendi özlerinde bulunan keyfiyetleriyle anlam kazanan şeylerdir. Nitekim eşyayı özüne göre, fiili faile göre, faili yaratılışa göre değerlendirmek, doğru bir değerlendirme olacaktır. Bu değerlendirmelerden kaynaklanan düşünme metodu ise tanımlayıcı değil, arayıcı bir metoddur. Nitekim Kur’an’ı Kerim’e de, tanımlayıcı değil, arayıcı olan böyle bir metodla yaklaşmamız gerekir. Netice olarak düşünmekle mükellef olduğumuz bir ayet-i kerimeyle karşılaştığımız zaman, bu ayet-i kerimeyi güzel bir şekilde yorumlamak, bu ayete güzel bir mana vermek için değil, bu ayet-i kerimedeki gerçek ve güzel manayı kavramak için düşünmeliyiz. Çünkü bizlerde, biz yaratılmışlarda, bu ayet-i kerimelerin güzelliğine güzellik, gerçekliğine gerçeklik katabilecek hiçbir şey yoktur.
Ciddi ve samimi bir kardeşleriyle karşılaştıkları zaman, bu kardeşlerine soru yönelten bazı müslümanlar vardır. Bunların soruları akademik sorular değildir. Bunların soruları, sadece bilgilenmek, bilgiye bilgi katmak için yöneltilen sorular değildir. Bunlar dertlerini bilen, dertli müslümanlardır. Yönelttikleri sorular meraklarından değil, dertlerinden kaynaklanan sorulardır. Bu dert ile yaşaran ve bu yaşlarla aydınlanan gözleriyle size bakarak., Ne yapalım can, ne yapalım kurban, ne yapalım kardaş? derler. Yüreklerden, gönül lerden yükselen bu sorular karşısında, boynunuzun büküldüğünü, dilinizin tutulduğunu hissedersiniz. Susmak geçer içinizden, susmanın ve suskunluğun gölgesine sığınmak istersiniz. Ancak az da olsa bazı şeyleri bilmenin verdiği sorumlulukla titreşen yüreğinizden, sessiz fısıltılar yük selir. ’’Dinle can, dinle kardaş..’’ hitabıyla başlayan fısıltıları, yürekleri ile yüreğinize ortak olan bu kardeşlerinize iletmek istersiniz. İşte bunları içeren elinizdeki kitap, herkesin okuması için değil, sadece bu canlara, bu kardeşlere, bu kişilere özeldir.
Ayaklarındaki ve gönüllerindeki zincirleri biricik malvarlıkları olarak kabul eden bu zavallılar, ne hazindir ki zincirlerden kurtulmak için değil, bu zincirleri kaybetmemek için mücadele etmektedirler. Bu zincirlerden kurtulmak, boşlukta kalmak gibi bir kabustur bunlar için! Böyle inanmışlar, böyle inandırılmışlardır bu zavallılar!. Nitekim asker askerliğini, işçi işçiliğini, köle köleliğini bu itikadla yapmaktadır!. Geçmişteki hıristiyanlar, cennet emlakçılığı yapan rahiplere birkaç kuruş vererek cennet tapusu alıyorlardı. Herkesin yadırgadığı bu durumu, ben pek yadırgamıyorum. Hem neden yadırgayım ki! Birkaç kuruş menfaat için gerçek cennetlerini satan milyonlarca insanla bir arada yaşarken, onları nasıl yadırgayabilirim? Birkaç kuruş karşılığında cennet umudu alanlar mı yadırganmalı, yoksa birkaç kuruş karşılığında gerçek cennetlerini satanlar mı?
Eleştirememek ne demek? Bu kendini bilmezler bacak bacak üstüne atarak Allah’ın dinini, Allah’ın hükümlerini, Efendimiz (s.a.v.)’i ve O’nun pak görüşlerini değişik iftiralarla eleştirirlerken, bilmem kim eleştirilmeyecekmiş! Herşeyi hakkıyle bilen Allah (c.c.) dahi, insan zihnini veya insan düşüncesini böylesi bir esarete mahkum etmemiştir. Allah (c.c.) buyurduğu her şeyin apaçık birer hak ve gerçek olduğunu beyan etmekle beraber, insanları körükörüne bir tastiğe değil; bu hakkı düşünmeye, bu hakkı kavramaya davet etmekte ve buyurduğu hakkın karşısında tutunabilecek bir görüş, bir tenkid, bir eleştiri var ise, insanları mesnetleriyle beraber bunları açıklamaya ve isbata davet etmektedir. Alemleri yaratan Allah (c.c.)’ın, yaratılmış birer mahluk olan insanlara yaklaşımı böyle iken; herhangi bir mahluğa eleştirme yasağı getirmek, insan aklına ve aklın haysiyetine yakışmayacak olan bir gericilik, bir bağnazlık değil midir? Bu bağnaz yaklaşım, bir insanın putlaştırılması değil midir? Putperestlik, bir din değil midir?
Aynı konumda yaşadığımız, aynı sorunlarla karşılaştığımız, aynı Rabbani tavırlarla yükümlü ve aynı güzel hasletlere muhtaç olduğumuz için, aynı meselelere önem vermemiz ve bu meselelerdeki aynı hükümlere teslim olmamız gerekmektedir. Tüm ihtiyaçlarımızı Kur’an ve sünnete götürdüğümüz zaman, hiç, ama hiç şüpheniz olmasın ki, Kur’an ve sünnet bizleri farklı şeylere davet etmeyecektir., Bir kısmımıza Ehl i Kitab’ı cehennemle tekfir edin derken, diğer bir kısmımıza cennetle müjdeleyin demi yecektir!. Müstekbirlere karşı,tağutlara karşı, şeytan ve dostlarına karşı tavrımızı bildirirken, zenginler ve politikacılar şöyle davransın, işçiler ve fakirler böyle davransın demiyecektir!. En kısa ifadesiyle bizleri çelişkilere ve bizleri ayrılıklara değil, hepimizi ortak bir kimliğe, ortak bir kişiliğe davet edecektir Kur’an ve sünnet.. Netice olarak hiç kimseye ve hiçbir guruba ’’Bize gelin’’ demiyoruz. Hiç kimseye ve hiçbir guruba ’’Size geleceğiz’’ de demiyoruz. Ne dediğimiz ve neyi arzu ettiğimiz açıktır., ’’Gelin hep birlikte Allah ve Resulü’nün davetine icabet edelim..’’
Büyük, pek büyük bir yemek salonuna giriyorum. Önce etrafıma bakınıyorum. Ortadaki geniş masa ve masanın nakışları dikkatimi çekiyor. ’’Acaba ağaç oyma mı?’’ diyerek sokuluyorum masaya., I ıhh, ağaç oyma değil.. Şeref ve haysiyet oymadan, namus ve vicdan oymadan meydana geliyor masanın nakışları!. Masanın üzeri, beyaz, bembeyaz emek üzerine, kırmızı ve kara, kapkara zulüm kakmalarla bezenmiş. Masanın etrafında ise, kimilerinin ’’Sevgili büyüklerimiz’’, kimilerinin ’’Sayın efendilerimiz’’, kimilerinin ’’Filanca işadamımız’’ dedikleri, seçkin namussuzlar oturmakta!. Ellerindeki çatal ve bıçaklarla, yemek servisini bekliyorlar. Bunların karşısında süklüm püklüm durmayı bir sanat olarak algılayan garsonlar ise, papyonu andıran tasmalarıyla masaya yaklaşarak ve çeşitli dillerdeki aynı ifadeyi tekrarlayarak, masadaki efendilerine soruyorlar., Sayın efendilerimiz, ne yersiniz? Masadaki namussuzlar için, ne güzel bir sorudur bu!. Ağızları bir anda sulanmış ve salyaları akmaya başlamıştır!. Ne yediklerinin ve ne yiyeceklerinin bilincinde oldukları için, hiç düşünmeden ve hiç düşünmeye gerek duymadan hepbir ağızdan cevap verirler., Önce vatan!. Önce vatan!.. (Sonra vatandaş!.)
Yazdıklarımızdan rahatsız olanlar, tehditlerinin yanısıra bizleri dostça(!) ifadelerle de uyarıyorlardı., -Bak Mehmedciğim!. Arı kovanına hiç çomak sokulur mu? ’’Arı kovanına çomak sokulmaz’’ sözünü çok önceleri duymamıza rağmen, bu sözün anlam genişliğini ve nelere şamil olduğunu pek bilmiyorduk. Bildiğimiz ve iman ettiğimiz gerçek ise, beşer kaynaklı hiçbir sözün, İlahi kelamı neshetmediği ve neshedemeyeceğidir. Dolayısıyle İlahi vahye göre bozmakla ve deşifre etmekle yükümlü olduğumuz şeytani kovanlar varsa; şer odağı olan bu kovanların içini dışına çıkartmak ve ifşa etmek durumundayız.. Şeytan ve dostları tarafından, bu böyle biline., Bu böyle biline ki, bizlere küçücük parmaklarını tehditvari sallayarak., ’’Bu işlere burnunuzu sokmayın!.’’ demesinler. Çünkü bu işlere burnumuzu değil, severek ve sevinerek başımızı sokuyoruz..
Mezar imamından başka meyyidin kabri başında kimse bırakılmadı. İmamın yalnız başına kabrin başında kalışı bazı meraklı gazetecilerin dikkatini çekmişti. Gazetecilerden birisi orada bulunan bir din görevlisine yanaşarak sormaya başladı; - Kabrin başındaki imam ne yapıyor? - Telkin veriyor... - Anlayamadım. Biraz açar mısınız? - Efendim, ölüye bazı hatırlatmalarda bulunacak. - Neyi hatırlatacak? - Allah’ı Peygamberi Kitabı, Dini...........................? İslam’ı bilen kardeşlerimiz ’’Bu telkinden ziyade açık tebliğdir’’ diyeceklerdir. Evet, açık tebliğdir bu!. Ölülere açık tebliğ!. Ölülere olduğu için bir sakıncası yok. Ölülere olduğu için telkin veren imam efendi gayet rahat. Hiç ama hiç korkmuyor telkin verirken. Oysa aynı imamı bir hafta önce mevtanın makamına göndererek ’’Adam sağ iken bunları anlat’’ deseydik, ne mümkün efendim!. Bize korkuyla bakarak ’’Siz benim ekmeğimle mi oynuyorsunuz?’’ diyecekti. Fakat artık rahattır!. Korkmasına gerek yoktur. Nasıl olsa ölüdür kabirde yatan, kabirden kalkıp kendisini işten atacak veya sürgüne gönderecek değil ya!
Karadeniz yöresinden gelen kardeşim, Türkiye’yi gezmekte olduğunu ve adam aradığını söylüyordu. Bu cevaba şaşırmadım, çünkü adam aradığını söyleyen birçok kardeşimle sık sık karşılaşıyordum. Kur’an ve sünnet anlayışına göre adam olmuş adamları arayan bu kardeşlerime bakınca sanki kendimi ve birçok müslümanı görüyordum. Çünkü ben de adam arıyordum, çünkü sen de adam arıyordun, çünkü onlar da adam arıyordu!.. Evet Yakup! Adam arayanlar adam olsa, hiç şüphen olmasın ki meydanlar adamla dolacaktır. Öyleyse önce biz, önce biz adam olalım kardeşim.. Çocuk parklarında adam aramaktan, çocuklara kızmaktan, çocukları tenkid etmekten vazgeçerek., önce biz adam olalım.. Yaşanaksa önce biz, yürünecekse önce biz, ölünecekse önce biz ölelim kardeşim.. Asr ı saadetten çok örnek okuduk, çok örnek anlattık., Artık örnek anlatmayalım,örnek olalım Yakup..
Ne garip ve ne hazindir ki dünyadaki sömürü çarklarını sömürenler değil, sömürülenler çevirmektedir. Çağdaş firavunları güçlü görerek bu firavunlara itaat eden ve kulluk yapan bu zavallılar, firavunlarda gördükleri ve ürktükleri gücün, kendi kulluklarından kaynaklandığını idrak etmezler!. Halbuki firavunların sahip oldukları güç, bu kölelerin gücüdür!. Çağdaş firavunlar, hükmettikleri bu kölelerin gücü ile ayakta durmakta ve kölelerden aldıkları bu güç ile kölelere hükmedebilmektedirler!. Firavunluğu yaşatan ve firavunları güçlendiren bu kölelerdir!. Sonra, sonra da kendilerinin verdiği bu güçten korkarak kulluğa devam edenler yine bunlar, yine bu şaşkın ve zavallı kölelerdir!..
Toplumların akıbetiyle ilgili Sünnetullah gerçeği kavrandığı zaman, peygamberlerin gönderiliş gayesi daha iyi anlaşılacaktır. Bütün peygamberler kavimlerini İlahi hükümlerle Allah’a kulluğa davet etmişler ve bu daveti kabul etmezlerse Rabbimizin kesin ve değişmeyen sünneti ile helak olacaklarını bildirmişlerdir.Dünya müslümanları idrak ve iman etmelidir ki,bu Sünnetullah kıyamete kadar yürürlükte olacak ve kıyamet bu Sünnetullah’ın bir tecellisi olarak kopacaktır. Dünya müslümanlarına düşen görev, ne oturup kıyameti beklemek ve ne de gayri İslami yollar ile devletleri ele geçirmeye çalışmaktır.Haktan ve hakikatten habersiz olan insanları, toplumları, devletleri gizli faaliyetlerle helak etmeye çalışmak, müslümanlara emredilen Rabbani bir davranış değildir.İlahi davete muhtaç olan insanlar öncelikle apaçık ayetlerle cennete davet edilecekler, bu daveti reddettikleri ve küfürlerinde ısrar ettikleri zaman cehenneme terkedileceklerdir. Bizler yaşadığımız coğrafyadaki insanları apaçık ayetlerle cennete davet etmedik ki bu insanları tekfir ederek veya öldürmeye çalışarak cehenneme terkedelim.